Onlara, "Allah’ın indirdiğine uyun" denildiğinde;

"HAYIR!... ATALARIMIZI ÜZERİNDE BULDUĞUMUZ ŞEYE UYARIZ" derler!...
Ya ataları, bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kişilerse?...
(Bakara.170)

Bir çok ayette tekrar edilen; "Düşünmez misiniz?... Aklınızı kullanmaz mısınız?..." anlamındaki soruları, "Düşünün... aklınızı kullanın..." anlamındaki emirleri dikkate almadan, onlara uymadan ve gereğini yapmadan, Kuran’a uyduğumuzu söylemenin bir anlamı yoktur.

Kuran’a / İslam’a göre;

  1. Tüm inananlar; dinlerini, "A’dan Z’ye" ana dilleri ile yaşamalıdır.
  2. Paralı namaz kıldırma memurluğu (imamlık) diye bir şey yoktur.

Yukarıda ileri sürülen fikirlerin "doğru olmadığını", Kuran’a, akla, mantığa göre, savunabilecek var mı? "Ben savunurum" kanısında olanlar; buyursunlar. Savunsunlar![1] konuşalım.

Şimdilik şu kadarını söyleyelim. Bir şey üzerinde düşünebilmek için, önce onu anlamak-bilmek, olmazsa olmaz ana şarttır. Kuran’ı, "Arapça-ezbere" okuyorsanız; bir şey anlamanıza imkan yoktur. Anlamadığınız bir şey üzerinde de, düşünemez, aklınızı kullanamazsınız. Netice: yukarıdaki ayetlerde sorulan sorularla ve verilen emirlerle ilginiz olamaz. Neticenin neticesi Kuran’la da ilginiz olamaz! Ve bunun tek yolu: iniş sırasına göre, ana dilinizdeki çevirisini / mealini düşüne-düşüne en az bir kere okumaktır.

Biz, 14 asır sonra, hala, Kuran’ın ayıpladığı; "Atalarımızın yolunu takip etmeye" aynen devam ediyoruz. Burada bir parantez açalım. [Hadis ilminde; tüm Hadisler, "İnce elenip sık dokunarak(?)" sahihlik dereceleri: (Mütevatir, Sahih, Hasen, Zayıf ve Mevzu) olarak belirlenmiştir. Fakat,-bir alimin, Sahih dediğine, diğerinin Mevzu dediğini(?) görmeyeceksiniz- Birçok açıdan, "İnce elenip sık dokumanın" yanında, "Kuran’a Uygunluk" açısından denetlenmesi neden kimsenin aklına gelmemiştir?... Burasını hiç düşündünüz mü?...] Burada parantezimizi kapatıyoruz..

Kütüb-i Sitte’de biri-birinden hayli farklı olsa da tekrar edilen, bir Miraç Hadisi(!) vardır. Tam bir geri zeka ürünüdür. 30 yıl öncelerinde, cami kürsülerinde, "ballandıra-ballandıra" anlatılırdı. Bu mantıksızlık şaheserini, büyük Müfessir(?) Elmalılı, Tefsirine (İsra 1.ayet) aynen almıştır. Büyük din alimleri(?); Ahmet NAİM ve Prof. Kamil MİRAS, Sahihi Buhari (Tecrid-i Sarih) tercümesine; bir açıklama ve eleştiri yapmadan almışlardır.

Bu büyük alimler, "Kuran’a, akla, mantığa uygun mu?" sorusunu kendilerine sorabilselerdi, bu geri zeka ürünü, anlamsız ifadeyi, "Peygamber sözüdür" diye bizlere ulaştırmazlardı[2].

Bu durum; Kuran’a uymak yerine; "Atalarımızın yolunu takip etmeye" aynen devam ettiğimizin çok çarpıcı örneklerinden sadece biridir!...

Toplumların, dinini, "A’dan Z’ye", ana dilleri ile yaşaması; anasının sütü gibi, hakkı iken; "Arapça, bir yular gibi kullanılarak" buna neden engel olunuyor?...

Birçok yazımda yazdım. Ana neden: Dinin, çıkar için kullanılmasıdır!

Anlamını bilmeden, doğru okuyup okumadığının ve toplumun, çok büyük kısmı tarafından hatalı okunduğunun bilincinde olmadan; sureleri ezbere okuyarak(?!); doğrusu: okuduğunu zannederek ibadet yapmak?...

"Arapça okunması gereklidir" yalanına; toplumun çok büyük bir kısmı inandırılmıştır. Bunların içinde, din adamı / alimi, büyük kültür sahibi(?) kişiler de vardır. (İçlerinde çıkar için kullanan ve çıkarı için kullanan güçlere, bilinçli olarak maşalık yapanlar da vardır.)

Türk ocağındaki bir toplantıda, "Kuran’ın, Türkçeye çevirisi" konusu açılıyor:
- Kazım Karabekir: "Kuran-ı Azimüşşan Türkçeye çevrilemez" paşa hazretleri diyor.
- Atatürk: Neden çevrilemez efendim. Bu sözünüz, "Kuran’ın manası yoktur!" demektir.
- K.K: Hayır efendim, mesela (Elif-Lam-Mim)!
- A.: Ne demektir (Elif-Lam-Mim)?!
- K. K.: Meçhul efendim...
- A.: Öyle ise karşısına bir sıfır koyar, çevirmeye devam edersiniz...
(F.R.ATAY)

"Elif-Lam-Mim" gibi "Harf-i mukatta"ların, Arapça sözlüklerde, Arapların bildiği bir anlamı var mıdır? Hayır!... Bu Harf-i mukatta’lar; Kuran’ın orijinalinde ve tüm çevirilerinde, aynen korunurlar.

O Makamdaki ve o durumdaki bir kişinin; bu bilinçli(?) sorusundaki anlam derinliğine(?) bakın?...

Bu yakın çevreden çoğunun; Saltanat, Hilafet ve Cumhuriyet hakkındaki düşünceleri, objektif seviyenin çok gerisindedir. Bu konularla ilgili Meclis tutanakları okunursa, bu düşünceler, bütün çıplaklığı ile görülebilir.

Biz, Nutuk’tan özetleyelim:
Atatürk, Rauf Bey ve Refet Paşa'nın Saltanat ve Hilafet hakkındaki düşüncelerini sorar
- Rauf Bey: "Ben, saltanat ve hilafet makamına vicdanen ve hissen bağlıyım. Çünkü, babam, padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha sadakati muhafaza etmek borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem icabıdır. Bunlardan başka, genel görüşüm de vardır. Bizde genel vaziyeti tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da, saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka mahiyette bir mevcudiyet ikamesine çalışmak, felaket ve acıya sebep olur. asla caiz olamaz."
- Refet Paşa: "Tamamen Rauf Bey'in fikir ve görüşüne iştirak ederim. Hakikaten, bizde padişahlıktan halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz. (Ayrıca Refet Paşa'nın, (Halifeye hediye ettiği atın) "Halife hz.leri tarafından beğenilmesini, Tanrı'nın bir lütfü(?) sayıyorum".... "Halife Hz.lerinin,en içten gelen bağlılık duygularıyla ellerinden öptüğümün, Halife hz.lerine duyurulmasına aracı olmalarını"  ifadelerini kullandığı da Nutuk'ta bahsediliyor).

Halifeliğin Elçinin vefatından sonra, yerine, "Peygamber vekili değil, sadece devlet başkanı vekili " olmanın ötesinde, hiçbir kutsallığı olamaz. Paşa rütbesi taşıyan bir kişinin bu basit gerçeğin bile bilincinde olmaması?!...

Daha sonra, Meclis Başkanı Kazım Bey'in, "Cumhuriyetten bahsetmesi" üzerine; Rauf Bey: "Buna engel olabilirsen, memlekete büyük hizmet etmiş olursun"[3] diyor.(Dikkat edelim, "Memlekete büyük hizmet(!) " Cumhuriyet ilanına engel olmaktır.)

Geçmişten gelen bu düşüncelerinizi, atalardan gelen bir inancın -düşünülmeden(?)- kabulü sayalım. Ülke, her taraftan işgale başlanmış. Özellikle İzmir’de, Ege'de, bu millete karşı her türlü alçaklıklar yapılıyor. Bunlara karşı ölümü göze alarak, ülkeyi ulusu kurtarma savaşı başlatanlara karşı, o Saltanat ve Hilafet tarafından yapılanlar nelerdir? Her türlü karalama, itham ve iftiralar. Bu iftiraların düşman uçakları ile halkın üzerine atılması. Bu iftiralara dayanan idam fetvaları ve isyan kışkırtmaları. Düşmanla birlikte silahlandırılarak, milliyetçilerin üzerine, İmha Kuvvetleri gönderilmesi!...

Tüm bunları yaşayanlar tarafından, o Saltanat ve Hilafete sadakat(?) nasıl savunulabilir?

Allah Korusun; Mecliste, Cumhuriyet’in Kabulü yerine Saltanat ve Hilafete dönüş kazansaydı?

Atatürk ve onun çabaları olmasa bu sürpriz olmazdı? Bu durumda Lozan’ı Tevfik paşa hükümeti yapacaktı! Ve üzerinize İmha Kuvveti gönderen o Saltanat ve Hilafet; bu defa size, çiçekler mi gönderecekti?...

Birinci Dünya Savaşında bizim gibi yenilen Avrupa Devletlerinde, hükümet değişikliğinin üstünde değişiklikler oldu[4]. Bizdeki Muhterem(!) Çevre, yaşadıklarından da, Avrupa'da olanlardan da neden-nasıl ders alamadılar?...

Tüm bunların gerçek nedeni?... Defalarca yazdım: Toplumun yaşadığı din; "Kuran’daki Gerçek İslam" değildir!

Bu din; çıkarları için kullananların; daha rahat kullanabilmeleri için, maymuncuğa çevirdiği kurallara indirgenmiştir. Bu kuralları, "Her şeye rağmen uygulamayı göze alanlar: En iyi Müslüman" görünümündedirler.

Sadece bir örnek: Hilafetin, "Kutsal bir Makam" olarak görülmesi!?...

Bunlar; Sevdiklerini, saydıklarını, savunduklarını(?) zannettikleri İslam’a, en azından iftira ediyorlar. Fakat bunun farkında bile değiller?

Bu çevreye rağmen, hem bu kötülüklere karşı duracak, hem de Atatürk’ün yaptığı devrimleri yapabilecek ikinci bir isim düşünebiliyor musunuz? Vicdanların objektif cevap verecekleri soru budur. Yine de, Milli mücadeleye omuz verenlerden, Allah razı olsun.

Atatürk ve İslam Dini... Atatürk’ü sevmeyenler; hatta (beyinden zehirlendikleri için); ona, "din düşmanı" diye, kin besleyenler; kendileri için, şunu anlamak durumundadırlar. Atatürk; gerçek İslam’ın özünü, bizlerden ve O koca-koca alimlerden en az bir asır önce görmüş ve ifade etmiştir. İslam’a, onların mürşit dediklerinden daha çok saygılıdır ve daha çok hizmet etmiştir. En azından iftira etmenin günahından kaçınmaları gerektiğini düşünmeleri gerekiyor.

Atatürk’ün, 1932 Ramazanındaki çabaları bilindikten sonra bu durum daha iyi görülebilir.

Atatürk; İslam’ın özüne dönülmesi ve ulusunun dinini ana dili ile yaşaması için; ilk büyük adımını 1932 Ramazanında atmıştır. Eğer, bu büyük devrim hedefine ulaşsa idi; şimdi ulusumuz; "Çağdaş uygarlığın üzerinde olurdu" kanısındayım. Buna, "hayır!" ya da "acaba" diyenler olabilir...

Daha ilk adımı atarken; akıllarını Dergah’ın eşiğine bırakmadıkları için; Kuran’ın "Düşünün... Aklınızı kullanın..." emirlerine uyarlardı. Bunun neticesi: tarikatlar, cemaatler bu günkü güçlerinin yüzde 10’unda -belki altında- olurlardı. Dini çıkar için kullananlara, iktidar kapıları ardına kadar açılamazdı. İslam tarihinin en büyük şirki olan; "Allah’ın tüm vasıfları sayın genel başkanımızda da var(!?)" gibi; şahsiyetsiz yalakalıklar yapılamazdı. Varsayalım yapıldı. Toplum tepki koyar; yalaka, yüceltilen(!?) kişi tarafından terslenirdi. Bu günkü durumda, yani "Yalakanın, tekrar milletvekili yapılarak ödüllendirildiğinde(?)" toplumun tepkisi yüceltilen(!?) kişiye yönelirdi.

İslam’ın çıkar için kullanılması?... Toplumun ellerini ayaklarını bağlayan bir zincirdir. Bu zincirlerden kurtulmak, toplumun ilerlemesinin önündeki en büyük engelin kaldırılması demektir.

İslam’ın çıkar için kullanılmasında, İslam tarihinin doruklarını yaşıyoruz. Bunu yapanlar, önce kendi taraftarlarını salak yerine koyuyorlar. "Aya, dört şeritli otoyol yaptık dese inanırım" anlamında tezahüratlar ve bunun, yetkililer tarafından, TV’lerdeki reklamı "taraftarına saygı" anlamına gelebilir mi? Bu "dediğinizden daha çok salağız" demek değilse; "satılık kişiliğim var" demektir. Toplumumuz; "dinci ve kinci Gençlik" noktasından; hakkım olanı değil, bana daha çok / en çok noktasına getirilmiştir! Bunda, "Dine saygının" S'sini bulamazsınız!...

Atatürk’ün, 7 Şubat 1923 Balıkesir Hutbesinden alıntılar:
- İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını koyan Cenabı Hak'tır.
- Hazret-i Peygamber'in mübarek yollarını takip ederek bu dakikada milletimize ve milletimizin şimdiki ve geleceğine ait konuları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. Beni bu şerefe kavuşturan Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
- Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
- Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

Atatürk, minberden indiğinde, çevresini saran halkın birçok sorusuna açık cevaplar vermiştir.

Peygamberimizin hutbesi: Hutbenin bir gündemi vardır. Herkesin sansürsüz söz hakkı vardır. Görüşülen her konuda "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır." prensibi geçerlidir. (H.YILMAZ. İslam Dininin Temel Direkleri. s.155)

Halife Ömer, hutbede; "Kadınlara verilen Mihrlerin, bazen çok aşırı olduğunu ve sınırlanması gerektiği" ifadesi üzerine, Cemaatten bir kadın: "Eşinizden boşanıp başka bir kadınla evlenmek istiyorsanız önceki eşinize hazineler vermiş olsanız da, hiçbirini geri almayın" (Nisa.20) ayetini hatırlatıp, "Allah’ın verdiğini, Elçisinin sınırlamadığını, sen nasıl sınırlarsın" sorusunu sorar. Ve Halife, kadının bu sorusuna cevap vermek durumunda kalır.

İslam Ansiklopedisi(?), Hutbe maddesi: "Hutbenin Arapça okunması, Hanefîler’den Ebû Yûsuf ile Muhammed’in de dahil olduğu çoğunluğa göre şarttır".(Anlamana gerek yoktur. Koyun gibi dinle). Adına Mezhep kurulan, Ebû Hanîfe ile diğer Hanefî fakihleri ise bu görüşe katılmamış. (Peki; görüşü yazılmayan Ebu Hanife Ne demiş??)
Ebû Hureyre(?) Rivayeti: İmam hutbe okurken, (yanındakine) "Sus!" demen boş laftır 

Yukarıda; Atatürk’ün hutbesinden sonra; Peygamberin; Elçiden yaklaşık 10 yıl sonra Halife Ömer’in, ondan sonra da Diyanetin yani; Muaviye ve Mezhepler İslam(?)’ının Hutbelerini görüyorsunuz!...

* Gerçek İslam’a / Peygamberin Hutbesine; hangisi daha yakındır? Bu günün Diyanetinin ve bazı İslam alimlerinin(?) İslam’ı mı? Emevilerden bu günlere taşınan Mezheplerin İslam’ı(?) mı? Yoksa, Atatürk’ün kafasında bir asır önce yaşayan düşüncelerindeki İslam mı?

1932 RAMAZANI: Dücane CÜNDİOĞLU. "Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi" eserinde, detaylı bilgiler veriyor. Yukarıda anılan alimler(?) gibi, Cündioğlu da, sanırım, "Düşünün, aklınızı kullanın" anlamındaki ayetleri yeterince dikkate almamış. İbadetlerin, "anlamını bilmeden / Ezbere, Arapça okunarak mı yoksa ana dilindeki çevirisi okunarak mı yapılmalı" konusunda bir "Kişisel açıklaması" yok. Görüldüğü kadarı ile, her şeyin, "Arapça ezbere" okunmasından yanadır. Dip notlarda Link’ini verdiğim yazılarıma, CÜNDİOĞLU’nun vereceği cevapları okumak isterdim.

Atatürk’ün, Ramazan boyunca çok büyük çabalar harcadığı, sabah 8’lerde yattığı günler oluyor. Büyük camilerin bile cemaati almadığı, dışarılara taştığı, hafızlara ‘Bizim camimize de gelin’ teklifleri yapıldığı görülüyor. Tepki yok denecek kadar azdır. İlk Türkçe hutbeyi Saadettin Kaynak, Süleymaniye’de sarıksız, ‘başı açık’ okuyor. Kadir gecesi okumaları, Ayasofya’da yapılıyor. Radyo ile yayınlanıyor.

22 ocak-6 şubat / 14.Ramazan-1.bayram arası programları dipnotta[5] özetlenmiştir.

Yukarıda açıklandığı gibi, Atatürk’ün dayanmak durumunda olduğu alimler(?) ve büyük ağırlıkla yakın çevre: "Kuran, Türkçeye çevrilemez" diyordu. İslam’ı çıkarı için kullanmak niyetinde olanların paçaları tutuşmuştu. Alttan alta "Din elden gidiyor" dedikoduları ayrık kökü gibi dağılıyordu. Akif, zaten zorla razı edilmişti. Sanırım; "Kuran kalkacak, yerine senin tercümen konulacak" zehri onun kafasına da sokulmuştu. Çevirisini vermek istemedi. Elde, Cemil Said’in, Fransızcasından yaptığı Kuran çevirisi vardı. Nisa/23 ayette görülen hata, hepsinin üstüne tuz-biber oldu...

Ve Atatürk’ü "Burada duralım" demek zorunda bıraktı.

Bundan kötüsü ne olabilir?... Sorusuna, benim tek cevabım var...

Atatürk’e "Başkomutanlık yetkisi vermeyerek, Sevr’in kucağına düşmemizi sağlamak!..."

Ne dersiniz?... İlk defa Meclisi dinlemeden, Başkomutanlığı da yapabilir miydi?

Peki... Ondan sonra, Saltanatın / Hilafetin kaldırılması... Cumhuriyetin kabulü nasıl olacaktı...?

Her şeye rağmen, bu (hata durumu) olmasaydı; sanırım bunu da başaracaktı. Ve bu ulusun ufku, bir daha kararmayacak şekilde aydınlanacaktı.

Atatürk’ten sonra; alttan-alta yapılan karalamalar, büyük oranda açıktan; 1946-48’den sonra yüksek sesle, 50’den sonra bağıra-bağıra yapıldı. Görev alanlara hakaretler yağdırıldı. Ezan vb. durumlarda geri dönüşler, "İslam’a dönüş" tantanası ile kutlandı. CHP, Atatürk’ün arkasında dik duramadı.

İlk hatıralarını övünerek anlatan Hafız A.Rıza Sağman, "Azim ve pür dehşet bir sel önünde, bir koca kütük olamadık. ... Büyük doğu ile aynı cephedeyiz ... Aynı cephede savaşanlar silahlarını biri birine çevirmemeli ..." noktasına geldi. Karşı tarafta her şeyin suiistimali[6].

Necip Fazıl Kısakürek??... Önce, "Kadın bacakları" şiiri yazarı / "Büyük Doğu" Cephesi komutanı / İslam Mücahidi / Büyük Din bilgini / Bazılarına göre "Keramet Sahibi" / Örtülü ödeneğin akbabası / Ricalı-tehditli, "Daha da öde" Mektuplarının yazarı(??)... 

Bundan sonra bu büyük engeli aşarak, toplumun, Gerçek İslam’ı Yaşaması Mümkün mü?

İslam’ı çıkar için kullanmak, o kadar kökleşmiş ki... Önümüzde bir asırda, "İmkansıza yakın zordur!" Tüm zorluklara rağmen; "Kuran İnanırı" olduğunu düşünen her kişinin, Gerçek İslam’a dönüş için, "Elinden gelen her şeyi yapmasının, büyük bir dini görev olduğu" kanısındayım.

 

DİP NOTLAR:

[1] EVET, KURAN ARAPÇADIR... NEDEN? Savunma, bu yazıdaki görüşlerin "tutarsızlığı ortaya konularak" yapılacaktır.
ANA DİLDE İBADET Kişinin, "dinini ana dili ile" yaşayamayacağını ispat için, bu yazılarda öne sürülen gerekçelerin "tutarsız olduğunu" ortaya koymanız gerekiyor. Buyurun. Eleştirinizi yazın

[2] HADİS KONUSU ve UYDURMALAR Ara başlık: "ÖRNEK HADİS: "MİRAÇ HADİSİNE" YAKINDAN BAKALIM": Haydi "Geri zeka ürünü olmadığını" iddia edin.

[3] (Barış konferansında İstanbul hükümetinin de temsili için), Sadrazam Tevfik Paşa'nın telgrafları üzerine, Saltanatı Hilafetten ayırmaya ve evvela Saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, derhal Rauf Bey'i Meclis'teki odama çağırmak oldu. Düşüncelerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta, kendisinden şu talepte bulundum: "Hilafet ve saltanatı birbirinden ayırarak saltanatı kaldıracağız! Bunun uygun olduğuna dair kürsüden beyanatta bulunacaksınız!" Rauf Bey ile fazla bir tek kelime konuşmadık. (zabıt ceridelerinde görüleceği gibi), Rauf Bey kürsüden bir iki defa beyanatta bulundu ve hatta saltanatın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesi teklifini de ortaya attı. "Nankör değilim ve olamam." ifadesi nerde kaldı

[4] Bulgar Kralı Ferdinand tahtından feragat etti.
Almanya’da İmparator feragat etti, cumhuriyete geçildi.
Avusturya-Macaristan, İmparator Karl feragat etti, cumhuriyete geçildi. (Sina Akşin / İstanbul Hükümetleri... s:18)

[5] 1932 RAMAZANI:
22.01 / Ramazan 14 Cuma: Hafız Yaşar Okur Yerebatan Camii'nde Yasin Suresini ve Türkçesini okuyor. Görevlendirilen Milletvekilleri izliyor. Atatürk akşam bilgi alıyor. hafızların listesini istiyor. Gelecek Cuma, Sultanahmet Camii'nde toplu okuma görevi veriyor.
23.01 / Ramazan 15- Gazeteler'de surenin Türkçe metni yayınlanıyor. Gelecek etkinliklerin haberleri veriliyor. Mısır El-Ezher şeyhinin, Kuran’ı başka dillere çevirecek komisyon kurması haberi veriliyor. Makaleler yazılıyor. Hafızlar (Saadettin Kaynak, Ali Rıza Sağman, Rıza, Kemal, Fahri, Büyük Zeki, Nuri Börekçi, Yaşar Okur) toplanıyor. 3 hafız gelemeyeceğini bildiriyor.
24-28.01 / Ramazan 16-20- Hafızlar değişik camiilerde; değişik surelerin Arapça ve Türkçelerini okuyorlar. Hafız Zeki Gazi'ye şükranlarını sunuyor. Hafızlar çocuklarına ve başka camiilerde okuma teklileri alıyorlar. Gazetelerin benzer yayınları devam ediyor.
29.01 / Ramazan 21- Sultanahmet Camii'nde büyük bir cemaat toplanıyor. Cuma Namazından sonra 9 Hafız aralarındaki görev bölümüne göre; sureleri, Türkçelerini, mevlid, dua,ilahi okuyorlar. Başka camiiler ve başka şehirlerin camiilerde de Ramazan boyunca artarak; sureler ve çevirileri okunuyor. Gazetelerde fotoğraflarla birlikte büyük şekilde yer alıyor. Kadir gecesi Ayasofya’da yapılacağı bildiriliyor.
30.01 / Ramazan 22- Camiilerde sure-çeviri okumaları devam ediyor. H.Rıfat, Fatih Camii'nde Türkçe ezan okuyor.
03.02 / Ramazan 26- Kadir gecesi. Ayasofya Camiinde 25 Hafızın katılımı ile Türkçe Kuran okunması radyodan yayınlanıyor. Anadolu Ajansına göre on binden fazla cemaat toplanıyor cami almıyor.
06.02 / Ramazan Bayramı: İstanbul Camiileri ve ülkenin birçok yerinde Bayram Hutbeleri Türkçe okunuyor.
(D.Cündioğlu: a.g.e .s:139-160’dan özetlendi)

[6] "İki hafız iftar geçtiği halde bir odada aç bekletildi" anlamındaki ifadeler!.. Olay doğrumu? Doğru ise, Atatürk bunu yaptırmaya tenezzül edecek bir kişi mi? Karalamalar yapılırken, bu ayrıma bile dikkat edilecek bir dürüstlük gösterilememiştir!